Duvar, Zaman ve İstasyonlar
Bazı şeylerden nefret etmiyoruz. Sadece içimizdeki o amansız öfkeyi yaşamaya değer kılamadığımız garip hayatlarımızın son dakikalarını geçiriyormuşcasına kusup, bazı şeylerin de öfkesini bizden çıkarttığını zannediyoruz. Nefret etmeyi bile beceremiyoruz.
Evlerimizin duvarları gerçekten üzerimize doğru mu geliyor, yoksa biz mi boğulmak istiyoruz? Duvarlar mı gerçekten asumana hasret büyümemizin sebebi, yoksa feleği bile mi küstürdük kendimize? Zamanında kağıt olarak kullandığımız bu duvarlara artık ağlamaktan bile utanıyor muyuz gerçekten? Kaideyi bozan istisnalar gibi yaşıyoruz şu hayatı. Öylesine yüzsüz, öylesine pervasız. Yine de suçlayacak ne kadar çok şeyimiz var değil mi? İnsan, evren, zaman. Gerçekten, niye hiç dokunamıyoruz zamana? Nasıl oluyor da son anda kaçırıyoruz hep elimizden? Durmuyor mu kol saatimiz, sineye çektikçe saniyeleri? Durmuyor. Günler haftalara, haftalar aylara dönüşüyor gözlerimizin önünde. Değişmeyen tek şeyse, biz kalıyoruz.
İsimsiz bir istasyonda, yaşlı gözlerle el sallayan birkaç kişi olmaktan öteye geçemiyoruz. Oysa bir yakalayabilsek o treni. Yolcu, muavin, kondüktör, hiç farketmez. Bir bakabilsek o camın diğer tarafından değil mi? Değil işte. Hiç bakma bana öyle. Ciğerini bilirim ben senin. Birkaç durak sonra yine ineceksin o trenden. Bambaşka bir durakta, apayrı insanlarla beraber el sallamaya devam edeceksin sonra. Farkındayım, sinirlenmeye başlıyorsun. Kusura bakma haddimi aştıysam eğer. Ben ki sadece dilsiz bir şairin rüyalarında sayıkladığı birkaç mısra olma uğruna yaşıyorum.
İhsan Can
Lorem ipsum dolor sit amet consectetur adipiscing elit dolor