Rol Yapma Sanatı
Her şeyin ilki, insanın bulunduğu benliği temelli terk etmesinin tarihçesi, olduğumuz şeyden ziyade olmayı arzuladığımıza dönüşme meyli. Bütün bu arbedeye ilk başlanılan zaman, Adem‘in, Havva ile tanıştığı zamandı. Bütün bi’ Gezegende tek başına olmanın verdiği özgürlük ve insanın içindeki bütün içgüdüsel duyguların, davranışların sınır tanımayışı derinden etkilemişti Adem’i. Kırmızı, kırmızıydı. Kırmızının mavi gibi görünme gibi bir derdi olmamıştı; maviyi görene dek.
Adem, Havva ile tanıştığında bu evrende ikiden fazla göz olduğunu anlamıştı. Bütün yeryüzünde olmanın verdiği hoyratlık, sınır tanımayan bir özveri ve tereddütsüz bir dürüstlük. Adem hiç düşünmedi, dışarıdan nasıl görünebileceğini. Başkasının ona bakma olasılığı dahi yoktu bu yalnızlığın ellerinde. Ancak, Havva geldi. Bir başkasıydı Havva ve düşünüyordu, görüyordu muhakkak. Adem değişmeye başladı. Her şeyin en başı idi, üçüncü göz.
Değişimin, farklılaşmanın ve kişinin olduğu, olacağı benliğinin başkalaşmasının metaforik sembolü; üçüncü gözdür. Üçüncü göz, insanın kendi varlığını ve eylemlerini bir başkasının perspektifinden görmesini sağlayan en ilkel araç iken, insan, yanından bulunan her insana karşı sanatını icra etmeye başlar. İsteyerek veya istemeyerek, bazen pürüzsüz bir akış halinde rol yapmak bizim bir parçamız haline gelir.
Bu nedenle büyülenir, iyi oyunculara mest oluruz. İnsanın içinden gelen bir dürtünün sanatlaşması gururumuzu okşar. Zaten sanat, insanın sınırlarının uç noktasından, derinlerinden oluşan bir perspektif iken; rol yapmak aynı zamanda temel ihtiyaçlarımızdan biri oluverir fark etmeden.
Ve bazen de, çoğunlukla, bir mecburiyettir.
Bireyin ailesinden, arkadaşlarından, aşığından, iş ve okulundan alması gereken onayları oluşturabilmesinin tek yoludur. Hepimiz hayatta farklı karakterleri oynarız, bundan normal ne olabilir ki?
Ne olabilir en fazla, kişinin benliğinin silikleşmesi dışında.
Çevremizden kabul almaya muhtacız. Psikolojik bir doygunluk için, öyleymiş gibi davranmaya muhtacız. Eforsuz, sadece birinin bizi görmesinin farkındalığı bile, çekidüzen adı altında bir tiyatro oynamaya iter bizi.
Bu noktada, Goffman’ın “The Presentation of Self in Everyday Life” adlı eseri naçizane bir örnektir. Bahsedilen eserde, Goffman, sosyal etkileşimleri anlamak için tiyatro metaforunu kullanır. Buna göre, bireyler toplumsal hayatlarında sahnedeki oyuncular gibidir ve ön sahne ile arka sahne arasında gidip gelirler. Ön sahne, dışarıya yansıyan bizdir: toplumsal beklentilere uygun, herkesin görmek istediği o “ideal benlik”. Arka sahne ise bizi biz yapan gerçeği gizler; buradaki biz, maskelerden uzak, toplumdan arınmış, belki de daha özgür ama kesinlikle daha çırılçıplaktır. Her iki dünya da birbirini besler; birini unuttuğunda diğeri yok olur. Her eylemin, her kelimenin bir izlenim bırakma çabası olduğunu bilmeden yaşamazsınız. Goffman bu süreci “izlenim yönetimi” olarak adlandırır; başkalarının gözlerinde kendine yer açma çabasıdır bu. Birbirini sürekli izleyen insanlar, kendilerini sürekli sunma çabasında, toplumsal kabul ve onay için her an performans sergilerler.
Bütün bu keşif, benlik savaşı ve nicesi ucu açık bir efsane olarak da kalabilir ancak üçüncü gözün varlığı hepimiz için sabittir. Havva’dan gelen ve çoğaldıkça artan gözler bizim benliklerimizin Tanrıları olduğu sürece gerçeği aramak elbette zor.
Yine de imkansız değil, insan kendinin farkında olduğu sürece.

Munise
Yazar/Editör